Uzaktaki Adamın Öyküsü

                                                          (Hayatımın ilgili kesitindeki) Sevdama…

Bu şehir, bu insanlar yabancı geliyordu ona. Alışık değildi böyle büyük caddelerde, insan sellerine karışıp, kaybolmaya. Üstelik cebinde para da yoktu, bir bardak çaylık olsun. Cebindeki son parayı arkadaşına vermişti, borcunu versin diye arkadaşı… Ve şimdi meteliğe kurşun atıyordu, bu kalabalık, ama onu yalnız bırakmış sokaklarda.

Sevgi onu fırlatıp atmış, ama o sevgiyi atamamıştı henüz. Ve belki de bu yüzden acı çekiyordu bu kadar.

Durdu bir an, son yolculuğunu düşündü:

Sıcak dost sohbetleri, martı çığlıkları ve sessiz gözyaşlarının kenti olan o küçük Akdeniz şehri… Mevsimlerden şiir yazma mevsimiydi, zamanlardan aşık olma zamanı. Yarı uyur, yarı uyanık ilerlerken, güneşin doğuşuna bakarak; “bu sefer, bu kente yargılanmak için geldiğini” düşünmüştü. Sonra “traji-komik bir durum” diye geçirmişti kafasından. Duruşma öncesi ve sonrası soğukkanlılığını kaybetmemişti. Ama dönerken sevgilisinin gözleri tüm raconun içine etmişti doğrusu. Dönüşte bir sigara yakmıştı yola çıkar çıkmaz. Dumanı önce ellerini, sonra saçlarını okşayan bir sigara. Otobüsün penceresinden dışarıya bakarken, anlamsız bir hüzün kaplamıştı içini. Alışmak istemiyordu bu şehirden ayrılmaya, ama alışıyordu yavaş yavaş. Utanmasa az daha ağlayıverecekti. Zaten ilk gidişinde ağlamıştı. Bu sefer ağlamaması gerektiğini düşünerek, tutmuştu kendini kulağındaki melodinin hüzünlülüğüne inat. Ve otobüs gömülüp, kaybolmuştu karanlığında gecenin.

Kalktı, çevreye bakındı. Geniş bir caddenin, iki yaya yolunu birbirine bağlayan bir üst geçidin üzerine çıktı. Orada durdu ve yolu izledi uzun süre. Gelip geçen arabalara ve koşuşturan insanlara baktı. Her sabah erkenden, anlamsız bir koşuşturma başlıyor ve akşamlara kadar sürüyordu bu şehirde.

Canı tütün istiyordu, yeni bırakmışlığına aldırış etmeden. Ve kendisi de bir ölçüde hak veriyordu buna, ama kendi kendine “bıraktım” demişti bir kere. Ve kendisiyle savaşıyordu yeni bir cephede daha… Sigara alacak parasının olmaması, en büyük destekçisi idi bu savaşta. Hasretlik, özlem, “adalet mülkün temeli” ve tüm bunlardan habersiz koca bir şehir, kavgasıyla, sevdasıyla, koşuşturmacasıyla, karalar örtünmeye yüz tutmuş, nice aydınlıklara gebe… Sigara ve şarap bir yanda, acılar diğer yanda, ne mok yemeye içmeyecekti ki………… İçmedi.

Tekrar yola döndü. Ufku görebilse ufku, yüksek bir yerde olsa şehri izleyecekti. Kocaman bir meydan, arabaları ve insanları ile… Daha dün öğrencilerin yürüyüşü vardı; “Eğitim ayrıcalık değil haktır” diye.

Annesini düşündü. Zavallı kadıncağız, ne çok üzülmüştü başka bir şehre, hem de büyük bir şehre gideceğine. İki nota, iki mısra, iki gözü iki çeşme. Ya babası, o farklı mıydı? Uzun süre toparlayamamıştı kendini. Ama güçlü adamdı doğrusu. Kendi gücüyle kalkmıştı ayağa. Kendisinden çok onlar yıkmıştı kendilerini…

Dolmuştu artık ve hala patlamamıştı. En anlam veremediği de buydu. Acaba nerede, ne zaman olacaktı bu patlama ve kimi hedef alacaktı kendine? İnsanları -özellikle sevdiklerini- kırmaktan korkuyordu. Belki de hiçbir şeyden korkmadığı kadar çok…

Sevdalısının mektubunu çıkardı cebinden. Şöyle bir göz gezdirdi. Hala sevdalısının kokusu geliyordu kağıtlardan. Ve bir örgü bileklik… Zavallı kız, hep birileriyle, bir şeylerle paylaşmak zorunda kalmıştı onu. Bir gün kavga olmuştu bu, bir gün karşı komşunun kızı… Gözü yaşlı kalmıştı hep. Ve şimdi de bu ayrılık peydah olmuştu durduk yere.

Bir dostun sesi ile uyandı, anlamsız bakışlarla dolu uykusundan. Gittiler, bir cafeye oturdular. Geldiği ve sevdiği yerlerdendi, öyküsüne dalıveren bu sıcak gülüşlü insan. Ve konuşmaya, çölde kalmışın susadığı kadar susamıştı adam. Bir sigara uzattı arkadaşı, büyük bir gaflette bulunarak. Sessiz, suskun, kendine küskün, kendine mahcup aldı ve yaktı sigarayı. Dumanın dansını izledi bir süre, helezonlar çizerek yükselişine baktı. Derin bir fırt çekti sigaradan ve başladı konuşmaya. Konuştu, konuştu… Aklına gelen her şeyden bahsetti, ama içindeki herşeyi anlatamadı bir türlü. Bu anlatım için doğru kelimeler, çalınmıştı sanki beynindeki sözlükten. Ve vakit doldu. Kalktılar, hesabı ödedi arkadaşı ve gitti ardından.

Yalnızdı yine ve hava kararmaya başlamıştı, ona aldırış etmeden insafsızca. Kan kırmızı bulutlar dolduruyordu gökyüzünü. Onca sorunun arasına, bir de o bulutların neden kırmızı olduğunu bulamamanın anlamsızlığı eklenmişti.

Akşam geceye gidiyordu ve uyku tutmuyordu bir türlü. Ve sabah günün ilk ışıkları ile uyandı uykusuzluğundan. Önce günlük işlere koştu. Bitirdi ve yollara vurdu kendini tekrar, anlamsızca, amaçsızca…

Bu şehire kızamıyordu bir türlü. Soğuk havasına, anlamsız duran isli beton binalarına ve denizden uzaklığına rağmen, başaramıyordu bir küfür olsun savurabilmeyi. Bu şehir bir parçasıydı onun. Ama O, çok küçükken koptuğundan beri bu evlerin üst üste yığıldığı şehirden, henüz bir parçası olamamıştı onun. Belki de buydu bunca sıkıntıyı yaratan.

Yağmur çiselemeye başladı ve kara çevirdi ardından. Önce soğuk damlalarını teninde hissetti yağmurun ve ardından kar tanecikleri yağmaya başladı saçlarına. Ve O devam etti yürümeye. Ama “kara, yağmura aldırış etmeden” değil. Aksine, onları teninde hissetmenin hazzını tüm yoğunluğuyla, ta en derinde duymaya çalışarak. Karı ve yağmuru yaşayarak devam etti yürümeye. Adımları aceleci değildi. Ayakları böyle bir anda adım atmanın şehvetiyle yüklü…

Sonra işçileri gördü, inşaatın altında oturan. Ellerinde “cigara”ları, sırtlarında eski parkaları ve kir pas içinde “pantol”ları ile oturan işçiler. Kendi aralarında konuşuyorlardı ve gülümsüyorlardı. Gözlerindeki çığlık çığlığa bağıran umudu duydu.

Bir yerlerden iki şarkı geldi kulağına. Biri, bir gecekondu kızını, diğeri, çok uzaklarda bir ulusa yapılan haksızlığı anlatan. İki damla yaş, hıçkırıklara karışmadan, sessizce kaydı gözlerinden. Soğuk ve tuzlu iki damla gözyaşı kavurarak yaladı yanağını. Kendini havanın özgürlüğüne bıraktı ardından ve toprakta son buldu macerası. Tıpkı yastığına düşenler gibiydi akıbeti. Kısa, asi, özgür ve gururlu.

Eve vardı. Hava karardı. Masa lambasın yaktı. Bir kahve yaptı kendine ve camdan dışarıyı izledi bir süre. Başı dertteydi ve korkuyordu bir ölçüde, ama hala yaşıyordu ve hakkını vermeye çalışmalıydı bunun. Umut doldu içi. Masaya oturdu ve bu öyküyü yazmaya başladı. Sonra birden cama koştu. Yoksa o bulutların kızıllığı güneşli yarınlar için akan kandan mı geliyordu?

-BİTTİ-

Nisan 1996 – ANKARA

 

 

Paylaş: